Dedektİf

Yoğun, koyu, ağır yıllardı. Zaman yavaş ve ağrılı akıyordu. Genç çocuklar sokaklarda birbirlerini vuruyordu. Ekonomi kötüye gidiyordu. Suç oranı katlanarak artıyordu, rafinerilerde iki günlük petrol stoğu kalmıştı, televizyonlar siyah beyazdı, yurtdışına ancak 3 yılda bir çıkmaya izin veriliyordu. Otomobillerin köşeleri sepsert yapılıyordu. Tariş İplik Fabrikasında 1700 işçi, işten atılmalarına tepki olarak ölüm orucu tutan arkadaşlarını desteklemek için üretimi durdurmuş, direniyordu. Emniyette telefonlar durmadan çalıyordu, öyle ki doğru dürüst düşünebilmek için bizim bürodaki bütün telefonları fişten çekmiştik. Yıllar öncesinden bir suçu araştırıyorduk. Böyle faili meçhul suç çoktu, fakat bu başkaydı, çok önemliydi, belki de en önemlileriydi. Suçun ne olduğunu tam kavrayamıyordum, ama yaklaştığımızı hissediyordum.

Başkan Bülent Ecevit, Bonn'da yaptığı temaslardan başarıyla dönmüş, aldığı 100 milyon marklık kredinin sevinciyle havaalanından el sallıyordu. Kafasını alandaki tel örgülerdeki bir delikten çıkarıp basına komik suratlar yapıyor, dil çıkarıyor, neşeyle gülüyordu. Başkan yardımcısına "Gel sen de oyna, bak ne güzel" diyordu. Fakat başkan yardımcısı "Ben ciddiyim efendim" diyordu. İşte o zaman Ecevit başını delikten çekip çıkarıyor, suratı asılıyor, "Ben de ciddiyim," diyordu, "bu suçlunun bulunmasını istiyorum."

Fakat suçluları bulmak kolay değildi. Etkileri yozlaşmış hükümetin her yerindeydi. Kanıtlar gizlenmişti. Başım sürekli ağrılar içindeydi, günde sekiz tane aspirin içiyordum. Suçun doğasına dair biraz ilerleme kaydetmiştim. Çocuk kaçırmaydı galiba, ama emin olamıyordum. Bu kaçırma sırasında bir şeyler fena halde ters gitmiş, belki de çocuk o karmaşada vurulmuş, ölmüştü. Bir de olaya tanık olan başka bir çocuk vardı. İşte burası çok bulanıktı, belki de bu tanık, kaçırılan çocuğun kendisiydi, bilemiyordum, iki aspirin daha yutuyordum, midem kaynıyordu. Asıl önem verdiğimiz tanıktı, onu arıyorduk. Fakat bir de sayılar vardı. 4, 6, 12. 128, 865, 17. Dosyalar dolusu sayılar. Ne anlama geldiklerini anlayamıyordum. Bunları bir anlasak suçu çözebilir, hatta belki tanığı da bulabilirdik ama yozlaşma korkunç düzeydeydi, sayıların bir kısmı silinmiş, bir kısmı kayıptı, derin devlet sayılara ulaşmıştı. Şef eve gidip biraz dinlenmemi öneriyordu, anlaşılan görünüşüm pek iç açmıyordu. Günlerce yatak odamda karanlıkta oturup migrenin geçmesini bekliyordum, fakat düşünmeyi durduramıyordum, o numaraların düzenini kavrayabilmek için çırpınıyordum.

Ecevit GATA'da solunum yetmezliğinden öldüğünde dolar 47 lira on kuruştu. Filtreli sigara karaborsaya düşmüştü, bir Romen tankeri boğazda bir Yunan şilebiyle çarpışmış, haftalardır yanıyordu. Meclisteki partiler gizli toplantılardan sonra Başkanlık makamını Sezen Aksu'ya teklif ediyorlardı. En önde sembolik olarak tarafsız, halkın sevdiği biri bulunsun istiyorlardı. Sezen Aksu teredüt ediyordu, "Çok şaşırdım, teşekkür ederim" diyordu. Çekinerek de olsa sonunda kabul ediyordu. Çok eğlenceli bir Başkan oluyordu, insanlarla birlikte şarkılar söylüyordu, herkes onu çok seviyordu, fakat suçlarla ilgilenmiyordu.

Biz yine de araştırmaya devam ediyorduk. Şef bana o numaraları mutlaka bulmamı söylüyordu, "Aramaya devam et" diyordu. Kendi de başka bir iz üzerinde, tanığın peşine düşüyordu. Çok çalışıyordum. Şüphelendiğim iki kişi vardı, kirlenmiş devletin tam göbeğindeydiler. Benimle dalga geçiyorlardı, "Hiçbir şey bulamazsın," diyorlardı, "bulsan da kanıtlayamazsın." Yine de bir yerlere yaklaşıyordum, biliyordum. Hep yanımdalardı, rahat bırakmıyorlardı ki düşüneyim, anlayayım. Ama o sayılara bakarken sonunda aklımda bir şimşek çakıyordu. Tarihti bunlar, ya da adres gibilerdi, adres ve tarih içiçeydi, 3, 5 ve 18; 2902, 11 ve 109, işte şimdi her şey aydınlanıyordu, telsizden şefe anlatıyordum, bu dosyalarda bütün suçların sayıları vardı. Benim bu keşfim üzerine şüpheliler biraz tedirgin oluyordu, ama rahatları çok da bozulmuyordu. Biz bu sayılara dayanarak onları tutuklayacaktık, fakat delil yetersizliğinden bir hafta sonra serbest kalacaklardı.

Tam bu sırada karşıdan yardımcılarıyla birlikte şef geliyordu. Beş yaşlarında bir çocuğun elinden tutuyordu. Bana birini andırıyordu, çok yakından tanıdığım birini, ama çıkaramıyordum. Tanık çocuğu gören suçlular kaçmaya başlıyorlardı. Biz de peşlerine düşüyorduk, fakat ben ağır kalıyordum, omzum acıyordu, omzumdan yaralıydım, neden bilmiyordum, anlamıyordum. Şef ikaz ateşi açıyordu, suçluların biri konuşmak, mahkemede tanıklık etmek istiyordu, diğeri kaçmaya devam ediyordu. Silahlıydı, ateş ediyordu, çatışma çıkıyordu, korkuyordum. Aramızda bir ağaç vardı, onun arkasına kadar gidebilsem, oradan hamlemi yapabilirim diyordum. İç cebimden ince bir kızarmış patates dilimi çıkarıyordum. Elimde tutup sallayarak suçluya doğru koşuyordum, fakat bunu neden yaptığımı anlamıyordum. Gözlerini kısıp dikkatle elimdekine bakıyordu. İşte o zaman anlıyordum, suçun son ve en kesin kanıtı bir kürdandı, patatesi göstererek onu yanıltmıştım, kürdanın bende olduğundan korkmasını sağlamıştım, böylece ağaca varacak kadar zaman kazanmıştım. Tekrar kaçmaya çalışıyordu, ama artık çok geçti, onu yakalıyordum, boğuşuyorduk, ateş ediyordu, mermi yanımdan geçip şef'e teslim olan diğer suçlunun omzuna giriyordu. Sonunda rakibimi etkisiz hale getiriyordum, diğerleri gelip götürüyorlardı. Şef kaldırımda oturmuş, sırtını duvara dayamış, yorgun görünüyordu. Yanında diğer suçlu yatıyordu, omzunu tutarak acıyla kıvranıyor, "Ölüyorum" diyordu. "Bir şey olmaz," diyordum, "merak etme, hiçbir şey olmaz." Onu sakinleştiriyordum. Bu suçu çözdüğümüze inanamıyordum. Ağlayasım geliyordu. Ağlıyordum. Şef elimden tutuyordu. "Geçti," diyordu, "ağlama bak, geçti."