Duvar

Gece ter içinde uyandım. Ev kapkaranlıktı. 5 yaşındaydım ve karanlıktan korkuyordum. Su almaya giderken çıplak ayaklarım taş zeminde sessizce şapırdıyordu. Ev şimdiki evimiz değildi, o dönem oturduğumuz evin koridoru taştı. Salonda karşılaşmaktan korktuğum canavarlar 13 yaşıma kadar kabuslarımda kaçtığım canavarlardı. Mutfağa bir göz attım, su bidonunun gölgesi ses çıkarmadan hırladı, ben de su içmekten vazgeçtim. Usulca salona sokuldum. Artık koridor bittiği için çıplak ayaklarım taş yerine halıya basmaya başlamıştı. Etrafı az çok seçebilmeme rağmen salon, halının rengini göremeyeceğim kadar karanlıktı. Şampanya rengi olduğunu biliyor ama seçemiyordum. Yanından geçerken maun yemek masasına dokundum, soğuktu. L şeklindeki salonun iç kısmını ortaya çıkaracak köşeye yaklaşırken kalp atışlarım hızlandı, ama adım atmaya devam ettim. Hiç ses çıkarmıyordum. Orada birşey vardı, birşeyler, birileri, birşey, kötü birşey, korkuyordum, durdum. Küçük bir adım daha attım, karanlığın ortasında başımı hafifçe uzattım ve biçimsiz, kambur bir sırtın köşesini gördüm. Hemen geri çekildim. Çok korkuyordum. Ama merak içimi kemiriyordu. Hafifçe tekrar uzandım. Kocaman, yamuk yumuk, kambur bir sırta benziyordu, daha ilerisine bakacak cesaretim yoktu, kamburun ucundaki başı göremiyordum. İleri geri, tuhaf, yavaş, hipnotik bir hareketle sallanıyor gibiydi. Kabuslarımda korktuğum canavarlardan hiçbiri, bu tarif edilemez yaratıkla başa çıkamazdı. Hatta muhtemelen, bugüne kadarki en korkunç düşüncelerimin kasvetli mahlukları, salonda kendi hallerinde oturmuş oyun oynarken, bu yaratık çok karanlık, rutubetli, yosunlu, ağır kokularla dolu, yerin altında, derin, kendinden başka kimselerin olmadığı çok uzak ve çok eski bir yerden çıkmış gelmiş, oyuna dalmış olan canavarlarımı yemiş sindirmişti. Şimdi de bu anlamadığım sakin ve yavaş gitgelleriyle, kendi halinde birşeyler yapıyordu, henüz beni farketmemişti. Korku, koyu bir sıvı halinde vücudumu en alttan en tepeye dolaşıp geri iniyordu, kanım yoğunlaşmış, kırmızısı kararmıştı, akışı yavaşlamıştı, bu katılaşan kanın içinde kalbim yerinde duramıyor, çırpınan bir kuş gibi atmaya çalışıyordu. Yine de bu yumuşakça devinen şekilsiz gövdeyi seyretmekten kendimi alamıyordum. Kendi kendine yaptığı şey neyse, onu bitirdiğinde ve benim farkıma vardığında bütün bedenimi bir lokmada yutacağını, ya da sonsuzluktan gelen tek bir delici bakışla bütün bilincimi boşaltıp, beni deliliğin korkunç yalnızlığına bırakacağını biliyordum. Sonunda kanım iyice katılaştı, ve içinden gelen çırpınma çığlıklarına rağmen, kalbim o kararlı kaskatılığın ortasında sakince durdu. Artık korkunun ötesine geçmiştim. Umutsuzluğun zirvesine ulaşmış ve yükselmeye devam etmiştim; duvara kadar gelmiş, üzerinden atlamıştım. Öylesine korkmuştum ki korkacak bir şey kalmamıştı. Yaratıkla yüzyüze gelmek için salonun ortasına doğru kendimden emin bir adım attım. Bir saniye önce bu dünyadan olmayan, çağlar boyu görülmüş ve görülecek kadim varlıkların en korkuncunun durduğu yerde, babaannem namaz kılıyordu. Üzerine beyaz bir başörtüsü giydiği buruş buruş yüzünde, arkadan seçebildiğim kadarıyla huzurlu ve uykulu bir ifade vardı. Canavarlarımı yiyen de, o güne kadar hayalgücümün üretebildiği en karanlık ucubeyi yokedip yerine geçen de bu ufak tefek, bayramlarda elini öpüp harçlık aldığım, bana her işe besmeleyle başlamamı öğütleyip "amentü billahi" duasını öğretmeye çalışan yaşlı kadındı. Beş dakika boyunca hâlâ beni görmemiş olan babaannemi seyrettim. Sonra geri dönüp mutfağa girdim. Işığı yakmadım. Bana yine hırlamaya çalışan su bidonunun gölgesine küçümseyerek baktım, suyumu içtim ve yatağıma geri döndüm. Çok huzurlu bir uykunun sonunda sabah uyandığımda 23 yaşındaydım. Kalktım, kahvaltı ettim ve Termodinamik finaline çalıştım. Final haftasının bitmesine daha 4 gün vardı.