Sır

Giz'e bıraktığı yorumda, donk bey ısrarla benim kimseye söylemediğim sırrımı öğrenmek istemiş.

Pekâlâ, o halde açıklıyorum:

Bundan 5 yıl kadar önceydi. Sağ elmacık kemiğimin kenarında bir sivilce çıkmıştı. Çok büyük ya da iltihaplı değildi, ama dokununca ağrıyordu. Bir gün biraz sertçe bastırdığımda, ağrının ötesinde bir şey hissettim. Merak edip kurcaladığımda, sivilceye her bastırışımda içime doğru koyu kahve yoğunluğunda bir sıcaklığın aktığını farkettim. Oldukça hoş bir duyguydu, ilerleyen günlerde sivilceme bastırmadan edemez olmuştum.

Sonunda gitgide bu hissin şiddetlendiğini farkettim. Her seferinde sivilcemden içime doğru daha güçlü bir akış oluyordu. Enerji mi, bir cins biyolojik sıvı mı, yoksa sadece sinirsel bir ileti mi, bilemiyordum. Endişelenmeye başladım. Bir doktora gösterdim, normal bir sivilceden farklı bir şey göremedi. Bir fizikçiyle konuştum, ve yaptığımız deneyler sonunda sivilcemin bir cins boyut kapısı olduğu kanısında uzlaştık.

Sabahlanan geceler, yoğun hesaplamalar, Stephen Hawking'in mekanik ses aletiyle geceyarıları yapılan konuşmalar ve paranoyak bir iddianın peşinde harcanan uzun saatlerden sonra, sivilcemin bir karadeliğin çıkış noktası olduğu sonucuna vardık. Söz konusu karadeliğin çekimine kapılan cisimler, yüksek çekimin etkisiyle boyutsal anlamda bütün özelliklerini kaybedip yamuluyor, kütle çekiminin yarattığı büküm ve tam olarak tanımlayamadığımız bir anomalinin etkisiyle benim sivilcemin arkasında beliriyorlardı.

Elbette bu şeklini kaybetmiş kozmik nesnelerin ve cisimciklerin içimde birikmesine izin veremezdim. Eczaneden edindiğim topik potasyum klörür solüsyonu içeren Cleasin adlı sivilce ilacını sabah akşam uygulamaya başladım. Bir hafta sonunda sivilcenin etrafı kurumuş, ucuysa patlamaya hazır küçük bir baş haline gelmişti.

2001 yılının fırtınalı bir Cuma gecesi, uğursuz bir yağmur pencereyi acımasızca döver ve gök bir kurban istermişçesine boğur boğur gürlerken, yurt odamın banyosunda aynanın karşısına geçtim. Lanetli sivilcemi lavaboya doğrultup, parmaklarımla yandan bastırarak patlattım. "Pfçş!" ünlemiyle son nefesini veren sivilcemden lavaboya bir şey düştü. Onu önce görmedim, sadece porselene çarpan "tlank" sesini duydum. Dikkatle baktığımda, ufak bir fındık büyüklüğünde gri bir bilyenin yuvarlanarak lavabo deliğine doğru gittiğini farkettim. Son anda yakaladığım nesneyi incelediğimde, bunun küçülmüş bir gök cismi olduğunu anladım. Ya bir gezegen, ya da bir kahverengi cüceydi, bu şekilde elde tutulup bakılınca, çarpılmış oranları yüzünden tam karar vermek mümkün olmuyordu.

O gece içime uzayın gazabını akıtan sivilcemden kurtulmuş, sürekli cebimde gezdirdiğim bir gökcismine sahip olmuştum. Gezegenin bütün hafifliğine rağmen tuhaf bir şekilde hissedilebilen kütle çekimi yüzünden insanlar daha sokulgan olmaya, tanımadıklarım daha sıcak davranmaya başlamışlardı. Karşılaştığım herkes bana hayrandı. Deneylerimin sonuçları mükemmel çıkıyordu, neye dokunsam mucizevi bir biçimde işime yarıyordu, okulda prestijim artıyor, çok başarılı bir kariyer beni bekliyordu.

Ne yazık ki, gezegenimi 2002 yazının Ağustos ayında, Olimpos'ta kaybettim. Oniki - onbeş yaşlarında bir grup çocukla gazozuna misket oynamaya karar vermiştik. Elimi paraları çıkarmak için cebime attığımda gezegenimi hissettim, ve bugün de hâlâ pişman olduğum o cümleyi sarfettim: "Tamam, oynarım, ama bir şartla: Ben kendi misketimle oynayacağım." İtirazlar olduysa da misketimin garip çekiciliğini görünce onu kazanmak sevdasıyla kabul ettiler. Neden böyle söyledim bilmiyorum, belki de onunla her oyunu kazanabilecekmiş gibi hissettiğim için. Hava gerçekten çok sıcaktı, ve hiçbir şey insanı beleş bir gazoz kadar serinletemez.

Çocukların arasında, on iki yaşında, yaramazlıklarıyla Olimpos esnafına kök söktürmüş bir İbrahim vardı. Çamurlu tokyo terlikleri, pis şortu ve mavi atletiyle beni ve misketimi gözüne kestirmiş, iyice bir süzüyordu. Birkaç saatlik oyundan sonra ikimiz en çok misketi ütenlerdik. Asıl kapışmanın ikimiz arasında olduğu çoktan belli olmuştu. Çok iyi oynuyordum, ama insanı bayıltan güneşten olsa gerek, stratejik bir hata yaptım. İbrahim iyi bir vuruşla gezegenimi vurup alabilir, dünyamı başıma yıkabilirdi.

Bana şöyle bir baktı, burnunu çekti ve hayatının en iyi atışını yaptı. Biraz da anormal kütle çekiminin yardımıyla bilyeme doğru kavis alan misket, göbekten "çotk!" diye vurdu. Gezegenimi çok seviyordum, ama bir oyunbozan da değilimdir. Gerçeği kabullendim.

Yıllar geçti. Ama hâlâ ne zaman bir sivilcem çıksa, çekinerek üzerine bastırırken o akışı yeniden hissedebilecek miyim diye pür dikkat kesiliyorum. Oysa hepsi sadece can sıkıcı küçük kırmızı birer noktadan ibaret oluyor. Bir yandan da gazetelerden borsanın genç yeteneği, minik milyarder İbrahim Taşakıtan'ın daha onaltı yaşında büyük başarılara nasıl imza attığını okuyorum. İşte benim herkesten gizlediğim büyük sırrım bu. Sahip olabileceğim bütün ünü ve parayı aptal bir misket oyununda kaybetmiş olmam. Aptallığımdan o kadar utanıyordum ki, bunu bugüne kadar herkesten sakladım. Ama artık önemi yok. Gençken yapılan yüzbinlerce hatadan biri, diğerlerinden farklı olarak insanın bütün hayatını etkileyebiliyor. Buna rağmen, her sabah, bile bile yaptığım hatalarımla dolu gençliğim, camı açıp dışarıya bakıyor ve dünyaya meydan okurcasına "Vooaaaaarrrgggp!" diye bağırıyor.