Tüneller
Yeraltında yaşıyorduk. İlişkilerden korkuyorduk. Ben okula gidiyordum. Zararlı gazların kimyasını öğreniyordum. O kendini aside vermişti. Neon tabelalı café-bar masalarında oktagonal haplarla oynuyordu. Kirli duvarlarda rengârenk şekiller seyrediyordu. Bir arkadaşın tünel-evinde tanıştık. Beş ya da yedi kişiydik, neutral milk hotel çalıyordu. Bana bir hap vermişti, saatlerce başbaşa bilgisayarın ekran koruyucusunu izlemiştik. Filmlerden ve Audrey Hepburn'den bahsetmiştik. Herkes yattıktan sonra köşedeki yer yatağında sevişmiştik. Çocuksu masumiyetinde yine de beni korkutan bir şeyler vardı. Gözlerime bakıp adımı fısıldadığı rahatlıkla birdenbire beni sevmekten vazgeçebileceğinden ürküyordum. Aynı zamanda hep bu saflık ve sevgiyle bana bağlanırsa ondan sıkılmaktan korkuyordum. Ondan sıkılmak istemiyordum. Birlikte Kunderalar okuyup hep sevişmeyle sonuçlanan tartışmalar yaptık, alt seviyelerdeki koyu kahverengi göletin kenarında halusinojenlerle birlikte sandviç yedik, karanlık sulardan fırlayan aynı uçan balıkları hayal ettik, şarap içip yüzeye çıkma fikirleriyle eğlendik, gün boyu yatakta dönüp pizza yedik, ayrıntıları atlayarak eski sevgililerimizden bahsettik. Arkadaşlarımız bizi her yere birlikte çağırıyordu, turuncu sodyum lambalarının aydınlattığı ıslak paslı tünellerde elele yürüyorduk, ikimiz de çok mutluyduk, artık güneşi görmek istiyorduk, birbirimizden cesaret alıyorduk. O her zamanki çocuksu anidenliğiyle "bugün yukarı çıkalım" dedi, "tamam" dedim, ne dese tamam diyecektim, birlikte arsenik içmemizi de öneriyor olabilirdi, aşık olmuştum, elele tutuşup yeryüzüne çıktık, ışık çok çiğ ve parlaktı, hava sıcaktı, "seninle burada yaşamak istiyorum sevgilim" dedi bana, "tamam" dedim, bir bebeğin bağırsaklarını deşmemi söylüyor da olabilirdi, aşık olmuştum, bir göl bulup çıplak yüzdük, çam ağaçlarının ortasında bir kulübede yaşadık. Birbirimizden başkasını görmüyorduk. Aylar ya da yıllar geçti. Arkadaşlarımızı unutmuştuk. Bazen tünelleri, ya da yanında kafayı bulduğumuz kahverengi göleti hatırlıyorduk, aşağıda birlikte geçirdiğimiz günlerden bölük pörçük anlar geliyordu aklımıza, pek aldırmıyorduk, artık eskisi kadar sevişmiyorduk, ama mutluyduk, birbirimizin kollarında uyuyup düşen çam yapraklarıyla mikado oynuyorduk. Geleceği ya da geçmişi umursamıyorduk, zaten zorlasak da birbirimizden başka bir şey hatırlayamıyorduk, hâlâ birbirimizi tutkuyla seviyorduk, topladığımız meyvaları yerken çocuğumuz olmamasına hayıflanıyorduk, bir süre sonra anılarımızda çocuklara dair de pek bir iz kalmadı, bir çocuğun neye benzediğini anımsayamıyorduk. Huzurluyduk, çok az konuşuyorduk, isim kullanmadığımız için isimlerimizi de unutmuştuk. Yüzmek, meyva toplamak ve yatmakla geçen günler boyunca sakin bir kaygısızlıkla gülümsüyorduk. Artık konuşamıyorduk, sözleri unutmuştuk, ama birlikte olmaktan hoşnuttuk. Sessizce birbirimize bakıyorduk, mutluyduk ama neden mutlu olduğumuzu bilmiyorduk, nasıl tanıştığımızı, nasıl buraya geldiğimizi çıkaramıyorduk, sadece yan yana varoluyorduk, kışın soğukta birbimize sokuluyorduk, öylesi daha sıcak oluyordu, ama birbirimizi tanımıyorduk. Bazen bu aynı kulübedeki tanımadığımız yabancıdan korkuyorduk, ama hemen geçiyordu, huzurumuz kaçmıyordu, halimizden memnunduk. Yine de birbirimizden uzak duruyorduk, o her gün daha uzakta yatıyordu, sonunda bir gün çıktı ve bir daha gelmedi. O gidince iyice rahatlamıştım, artık daha da mutluydum, hiçbir şeyden korkmuyordum, gözlerimi kapadım, ama tekrar açmayı unutmuştum.